''BİLİŞSEL PSİKOTERAPİ VE UYGULAMALARI''

KİTAP TANITIMI



Sunuş

İnsanın, varlığı ve varlık içerisinde kendini anlama ve anlamlandırma uğraşı kendisi kadar eskidir. Düşünce tarihinde bu anlam arayışı ilk olarak dış dünyadaki nesneler üzerinden yorumlar yapılarak yürütülmüştür. İnsanın kendini anlayabilmesi, kendini anladıktan sonra dünyayı anlamlandırması zihinsel bir işlemdir. Ancak, anlam arayışları son yıllara kadar zihnin nasıl çalıştığı yeterince bilinmeden sürdürülmüştür. Belki son elli yılda yapılan, insan zihninin bilgiyi nasıl işlemlediği konusundaki araştırmalar, bulgular ve açılımlar düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturabilecek değerde ve kıymette olmasının yanı sıra insana anlam arayışı serüveninde de yeni ufuklar sağlamıştır.

İnsanların düşünceleri, duyguları ve davranışları zihinlerindeki bilgiyi işlemleme prosedürlerine göre şekillenmektedir. İnsanın neyi düşüneceği, nasıl düşüneceği ve nasıl bir çıkarımda bulunacağına bir çok faktör etki etmektedir. Bu faktörlerin başında bir insanın biyolojik materyali gelmektedir. Birtakım biyolojik etmenler (hormonlar, beyindeki nörotransmitterler vd.) insanın düşüncelerini, duygularını ve dolayısıyla da davranışlarını etkilemektedir. Buna ilaveten insanın yaşadığı coğrafya, iklim, aile, toplum, sosyo-kültürel yapı, sosyo-ekonomik yapı ve siyasi yapı gibi etkenler düşüncenin oluşum sürecine etkide bulunan diğer önemli faktörlerdir.

Bu faktörlerin bu süreçte nasıl işlediğini bize gösteren bilimsel çalışmalar bilişin (kognitif yapıların) neden ve niçinlerini açığa çıkarmaya çalışmışlardır. Bu çalışmaların psikiyatri ve psikoterapi literatürüne girmesi Beck tarafından 1960’lı yıllarda ortaya atılan bilişsel depresyon kuramı vasıtasıyla olmuştur. Bilgi işlemleme sürecinin nasıl çalıştığı ile ilgili Beck’le başlayan, bilimsel araştırmaların ortaya çıkardığı veriler, insanın düşüncesini, duygusunu ve davranışını anlamlandırmada bize çok yeni açılımlar sağlamıştır. Bir çok akademisyen ve klinisyen bu sahada çalışmalar yaparak insanın her türlü düşünce, duygulanım ve davranışının bilişsel (kognitif) süreçlerini epigenetik bir materyal gibi açıklamaya gayret etmişlerdir.

Bu kitapta kognitif kuram çerçevesinde psikolojik bozuklukların nasıl oluştuğu ve bu bozuklukların  nasıl tedavi edildiğini vaka örnekleriyle birlikte göreceksiniz. İnsan çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bu denklemin bir tarafında biyolojik yapısı, bir tarafında dinamik gelişimi, bir tarafında kendilik yapılandırılması, bir tarafında davranışsal öğrenme, bir tarafında da kognitif yapılandırmalar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan her biri insanın bir yönüne ayna tutarak o kısmı aydınlatmaya çalışmakta ve insanı daha iyi anlamaya aracılık etmektedir.

Son dönem bilimsel gelişmeler bütüncül bir insan anlayışı, bütüncül bir psikoloji psikoterapi bağlamına doğru bir trend izlemektedir. Bu kitapta kendi sahalarında uzman klinisyenlerin çeşitli psikolojik bozukluklarda bilişsel terapiyi hastalarına başarılı bir şekilde nasıl uyguladıkları anlatılmaktadır. Bu klinisyenler kognitif yaklaşımı esas almakla birlikte insanı anlatan değişik bilimsel gelişmeleri, bilişsel yaklaşıma entegre edebilecek bir esnekliğe sahiptirler. Zaten bilişsel terapi herhangi bir teorinin veya ideolojinin dar kalıplarıyla, kendini ve bu yaklaşımı kullanan uzmanlarını sınırlandırmaz. Bilişsel terapiler Beck’in depresyon modelinde başladıktan sonra klinisyenler tarafından hızla yayılmış, anksiyete bozukluklarına, yeme bozukluklarına, cinsel işlev bozukluklarına, uyum bozukluklarına, kişilik bozukluklarına, eş terapilerine ve aile terapilerine kadar yaygınlaştırılmış, hatta psikotik hastalarda dahi uygulanabilirliğini klinik olarak kanıtlamıştır.

Biyolojik-farmakolojik bir tedavi anlayışının egemen olduğu günümüzde ilaçların etkilerinin hastalıklar üzerinde istatistiksel olarak gösterilebilmesi, psikoterapilerin nispeten desteksiz bir şekilde kenarda kalmış gibi bir izlenim doğurmaktadır. Özellikle dinamik psikoterapinin yaygın olduğu dünyamızda bu psikoterapiler, hasta ile hekim arasındaki öznelliğinin, vaka odaklı çalışmasının modern bilimin getirmiş olduğu istatistiksel verilere dönüştürülmesi ve tedavi strateji ve prosedürlerinin standardize edilmesi noktasında bir takım zorluklar yaşamaktadır. Bu, dinamik psikoterapilerin bilimsel hüviyetlerini kazanamamaları ve bilim dışına itilmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda dinamik psikoterapiler, egemen olan bilim dünyasının dışında kendi jargonunu ve kendi yaşam alanını üretmiştir. Bu da kör ve sağırlar diyaloğunu oluşturmuştur.

Ama Aeron Beck’in getirmiş olduğu kognitif tedavi strateji ve programları standardize edilebilme özelliğini haiz olması, karşılaştırmalı çalışmaların yapılabilmesine imkan vermesi ve bir çok kültürde uygulanabilir olduğunun gösterilmesi ve bir çok çalışmada ilaçla tedaviye üstünlüğünün kanıtlanmış olması, psikoterapilerin önünü açmış ve egemen olan biyolojik hegemonyayı bir nebze de olsa kırmıştır. Hastalara çok şey vaat ettiğine inanılan ilaç tedavilerinin zaman zaman, belki de çoğu zaman uzun vadede yetersiz kaldığını çalışmalarında gözlemleyen klinisyenler, bilim tarafından onanmış alternatif bir atılım beklerken karşılarında kognitif-davranışçı psikoterapi programlarını bulmuşlardır. Bu alternatif açılıma klinisyenler büyük bir ilgi göstermiş, dünyanın dört bir yanında bilişsel terapi uygulayan klinisyenlerin sayısı kısa sürede artmıştır. Bu, psikoterapi yapan hekimler için umut vadeden bir gelişme olmuştur.

Ancak ülkemizde her sahada olduğu gibi bilim sahasında da her şeyi geriden takip etme anlayışı hala geçerliğini sürdürmektedir. Bilgi ve bilim çağı olarak nitelendirilen bu çağın temel niteliği bilginin akıcılığı ve anında ulaşılabilir olmasıdır. Ne yazık ki statükoyu devam ettirmeye çalışan geleneksel jargona sıkı sıkıya sarılan ve egemen organikçi terapi tekniklerinden başka bir alan tanımayan bilim anlayışı bu tip psikoterapötik gelişmeleri Türkiye’ye taşımakta isteksiz davranmış ve ağırdan almıştır. Buna rağmen bu konuya coşkuyla eğilmiş genç bilim adamları bu konunun zorluklarına katlanarak mücadele vermişler ve bu konuda belirli bir noktaya gelerek dünyadaki bilimsel gelişmeleri klinisyenlere ve aydınlarımıza tanıtmaya başlamışlardır. Klinisyenlerimiz ve toplumumuzun, bu bilgi ve beceriler kendilerine verildiğinde olaya ne kadar sahip çıktığı gözlemlenmiştir. Bilişsel terapinin Türkiye’de tanınabilmesi ve klinisyenlerimizce uygulanabilmesi, bu etkinliklerin sürdürülebilmesiyle mümkündür.

Litera Yayıncılık yetkililerinin bir seri olarak, ortak hazırlamayı teklif ettiği bilişsel-davranışçı psikoloji ve terapiler, dinamik terapiler ve bütüncül terapilerle ilgili bir dizi yayını gündemimize aldık ve bununla ilgili yoğun bir çalışma periyoduna girdik. Bu çalışmaların oluşabilmesi için yoğun gayretlerini ve desteklerini esirgemeyen Litera Yayıncılık’ın kurucusu Muhittin Macit Bey ile bu projeyi onunla birlikte yürüten Hasan Hacak ve Ferruh Özpilavcı Beyler’e öncelikle meslekten biri olarak şükranlarımızı ne kadar arzetsek azdır.

Kıymetli okuyucularımı bu kitapla başlayan hoş bir serüvene davet ediyorum. Bir çırpıda okuyup bitirdiğim zihnimde yeni açılımlar yarattığına inandığım bu güzel eseri bütün klinisyen arkadaşlarıma ve psikoloji ile ilgilenen herkese tavsiye ediyor ve bu kitabı baş uçlarında bir el kitabı olarak bulunduracaklarına inanıyorum.

Yeni kitaplarda buluşma ümidiyle.

Tahir Özakkaş MD.,PhD.

Psikiyatrist-Psikoterapist



''BÜTÜNCÜL PSİKOTERAPİ ''

KİTAP TANITIMI

I.GİRİŞ

Bu çalışmamızın amacı insanı tanımak ve anlamaktır. İnsanı merceğimizin altına aldığımızda bir biyolojik yapıyla karşı karşıya kalırız. Önce bu biyolojik kütlenin ne olduğunu tanımlamamız ve anlamamız gerekir. İnsan denen varlık organik ve inorganik maddeden oluşmuştur. Organik madde içinde karbon, hidrojen, oksijen ve diğer elementlerin bulunduğu bir sistem için verilen isimken; inorganik madde de diğer bazı elementler yer almaktadır. Canlılığın oluşabilmesi organik maddelerin bulunmasına bağlıdır. Yani karbon, hidrojen ve oksijenle bağlantılı bir sistem gerekmektedir. Cansızlıkla canlılık arasındaki geçişin net sınırlarını koymak zordur. Filozoflar ve bilim adamları canlılığın niteliklerini belirtse de bu tam olarak geçerli değildir. Canlı nerede başlar nerede biter bunun sınırları belirsizdir.

Canlılığın yapıtaşı amino asitlerdir. Amino asitlerin kökeninde karbon, hidrojen oksijen ve azot gibi elementler bulunur. ….Bir amino asit yalnız başına canlılığı temsil etmez. Canlılığın oluşabilmesi için amino asitlerin bir araya gelerek protein yapması gerekir. Proteinler oluştuğu zaman buna da canlı diyemiyoruz. Proteinler bir araya gelerek kompleks yapılar yapmak zorundadır. Bu kompleks yapılar DNA ve RNA’ya kadar ulaşır. Bir DNA ve RNA kendi başına otonom hareket eden bir sistemdir. Yani geri beslemeli bir devre gibidir, kendini durdurabilir ve çoğaltabilir. Acaba canlılık burada mı başlamaktadır, bu muhteşem ve komplike DNA parçasının ilk yapısı “faj”lardır. Faj nedir? Faj yalnız başına çoğalma özelliği olmayan ancak bir bakterinin içine girdiğinde aktif hale dönüşebilir. Bakterinin dışında binlerce yıl kalır ama bir aktivite göstermez. Bakteri ise en küçük mikro organizmalardır. Bir faj bakterinin içine girdiği zaman içindeki DNA repertuarına göre kendini çoğaltır, kopyalarını çıkartır. Bakteriyi patlatır. Bakterinin hayatiyetine son verir. Bakteriyofajdan başlayan bu canlılık zinciri daha gelişmiş ve komplike model olan virüslere dönüşür. Virüslerin fonksiyonları bakteriyofaja göre çok daha gelişmiş ve fonksiyonları daha yüksektir. Virüsler kendini savunabilme yeteneklerine, kendini yok edecek düşmanlara karşı da kendini geliştirme yenileme ve değiştirme yeteneğine sahip ilk canlılardır. Bakteri ise virüsün yanında devasa kalan yapılardır. Bunlar komple protein zincirlerinin bir araya gelmesinden oluşan yapılardır. Bakterilerin yanında devasa yapılar mantarları görürüz. Tüm bu sistemin alt yapısı oluşurken henüz tek bir hücreye daha ulaşamadık. Tek hücreli bir canlıya ulaştığımızda virüse, bakteriye veya bakteriyofaja kıyasla çok komplike sistemleri içinde barındıran bir yapıya ulaşıyoruz: tek hücreli canlılar. En basit tek hücreli canlı olan amip ve terliksi hayvana bakacak olursak iki temel fonksiyonunun olduğunu görürüz: yaşamda kalma mücadelesi ve düşmana karşı savunma refleksi. Tek hücreli sistemde savunma, saldırı, beslenme, boşaltma gibi basit ama komplike sistemler mevcuttur. Tek hücreli sistemler daha sonra çok hücreli sistemlere dönüşür yani bir çok hücre bir araya gelerek ilk çok hücreli canlıları oluşturur. Çok hücreli canlılar birleşerek daha büyük canlı organizmaları oluşturur. Burada sistem değişmektedir. Organizmanın canlılığını devam ettirebilmesi için gerekirse hücre kendini feda eder. Bu varlıklar bitki hayvan ve insan olarak mütekamil hale gelmektedir. Bitki aynı şekilde savunma ve saldırı içgüdüsü olan, yaşamda kalmaya çalışan ve kendini kopyalayan sistemlerdir ancak serbest hareket kabiliyeti yoktur. Hayvan ise aynı sitemleri barındıran ama hareket kabiliyeti olan sistemlerdir. Bitki ve hayvanın ayırımının nerede başlayıp nerede bittiğini tayin etmek zordur. Hareket kabiliyeti olan bitkiler olduğu gibi, havan kategorisinde değerlendirilip de hareket kabiliyeti olmayan canlılar da vardır. Hayvan ile insana bakacak olursak hayvan nerede başlıyor nerede bitiyor bunun sınırlarını çizmek oldukça zordur. Geleneksel tanımlar içerisinde hayvanı tanımlarken akıl yürütemeyen ve konuşamayan varlık olarak tanımlanır. İnsan ise hayvanın yanında akledebilen ve konuşabilen canlıdır. Bu kaba bir ayırımdır. Bir takım hayvanlar var ki alet kullanabilmekte, akledebilmekte, fikir yürütebilmekte ve kıyasla bir çıkarım elde edebilmektedir. Öyle insanlar var ki alet kullanamamakta akledememekte ve kıyas yoluyla bir çıkarım yapamamaktadır. Konuşma yeteneğine gelince konuşma elbette insanın en üst seviyeden entelektüel bir fonksiyonudur, bir iletişim aracıdır, zihnindeki tasarımları simgeye dökme yoludur ama son dönemlerde yapılan araştırmalar hayvanların da kendi aralarında bir iletişim dili kullandığını göstermiştir. Mesela kargalar üzerinde yapılan bir çalışmada kargaların aralarında ciddi bir iletişim dili olduğu tespit edilmiştir. Çok ilginçtir ki farklı yörelerde yaşayan kargaların iletişim dillerinin de farklı olduğu anlaşılmıştır. Aynı insanların dillerinin ve lehçelerinin farklı olduğu gibi. Bilim adamları hayvanların davranışlarını incelerken bunların akledilen davranışlar olmadığını, genetik şifrelerine yazılan programların otomatik olarak uygulandığını iddia etmektedirler. Bu iddiayı doğru kabul edersek aynı sistemi insanlara atfedebilir miyiz diye bir soru akla geliyor. İnsan davranışlar çok muhteşem ve komplike görülmesine rağmen belirli etkilere standart tepkiler veren özelliklere haizdir. Acaba insan da kurgulanmış bir robot olmasın.? Bu çalışmada belki bu sorunun detaylarına gireceğiz. Bizim çalışmalarımız bu andan itibaren başlıyor. İnsan, hayvanlarda iddia edildiği gibi doğuştan getirdiği bir takım programları açılımlarla bir ömür boyu otomatik olarak yaşayan bir varlık mı, yoksa temel bir programla dünyaya gelip onun üzerine kendi programını yapabilme, yaratabilme ve uygulayabilme becerisine sahip bir varlık mı?. Elimizdeki verilere göre bir insanın robot olmadığına, özgür bir irade yeteneğine sahip bir varlık olduğuna inanıyoruz.

Doğuştan getirdiği biyolojik altyapısı ve çeperi içerisinde kendisini var edebilme yeteneğine haiz bir program yazıcıdır. Burada işin içine ruh girmektedir. İnsan sadece bedenden oluşan bir canlı mı yoksa bu bedeni kullanma, yönetme yönlendirme yeteneklerini bağımsız olarak yapabilen bir güç ve irade sahibi mi? Zor bir soru bu. Bu soruyu cevaplamaya çalışacağız.

İnsanın hikayesi insanın yaratılışına vesile olan anne ve babanın zihinsel tasarımlarının oluştuğu beynine düştüğü andan itibaren başlar. Anne ve baba bir bebek tasarlamaktadır. Bu tasarlanan bebeğin biyolojik yapısı, anneden gelen kromozomla babadan gelen kromozomların anne rahmi ve/veya anne rahmini oluşturabilecek laboratuar şartlarında birleşmesiyle oluşturulacaktır. Ama bu bebeğin ruhsal kimliği daha henüz canlılık aktivitesinin başlamadığı bir dönemde başlar, yani çocuğun varlığı çocuk henüz nutfe haline gelmeden anne ve babanın zihninde tasarlanır. Bebek henüz zigot haline gelmeden bebekle ilintili olarak ruhsal yapı anne ve babanın zihinsel tasarımlarında oluşmaktadır. Bu bebek nasıl bir bebek olacaktır; erkek mi kız mı? Ne kadar değerlidir? Bu bebeğin geleceği ile ilgili anne ve baba nasıl bir rol biçmektedir? Aslında çocuğun ruhsal kimliği anne ve babanın zihnindeki rahimde gelişmeye başlamıştır. Anne babanın zihninde tasarladıkları bebek modeli beklenen, istenen, önem verilen ve değer atfedilen bir tasarım ise çocuğun ilk yapı taşları çok olumlu atılmaktadır. Çünkü bu düşüncelerle çocuğa bakım verilecek ve eğitilecektir. Tersi ise aksi sonuçlar doğuracaktır.

Çocuğun anne rahminde zigot haline geldikten doğum anına kadar geçen sürede biyolojik bir problem olmadığını var sayarak çocuğun normal bir doğumla doğduğunu kabul edelim. Doğum anı ile birlikte anne ve babanın zihinde tasarladıkları bebek, somut bir varlık olarak avuçlarında ve kucaklarındadır. Bu andan itibaren reel manada çocuğun sanal programı yani kimlik ve kişilik, özellikle insan olma vasfı işlemeye başlamaktadır. Bu süreç yıllarca devam edecek çok girift ve komplike bir süreçtir. Hikayemizi iki perspektiften değerlendirebiliriz: çocuğun kendi perspektifinde dünya nedir, ebeveynin perspektifinden bu bebek ne anlama gelmekte, ne olacaktır. Bu iki taraflı etkileşim çocuğun ruhsal varlığını şekillendirecektir. Çocuğun ruhsal varlığını anlayabilmek için her zaman diliminde bu iki perspektifi mutlaka göz önünde tutmak gerekir. Biri diğerinden ayrı tutulması mümkün değildir, bunlar iç içe geçmiş iki sistemdir.

Bebek bu dünyaya geldiğinde annesiyle göbek bağını kestiği andan itibaren ayrı bir birey, ayrı bir varlıktır. Bedensel rahimden, kimliğini geliştirecek ruhsal bir rahime düşmüştür. Dünyaya gelen bebekte neler vardır.? Bebek dünyaya geldiğinde sadece otomatik reflekslerden ibaret, kapalı bir sistem gibidir, bakıma muhtaçtır, ihtiyaçları karşılanmadığında ölür. Canlılar arasında en çok bakıma muhtaç olan zavallı bir yaratıktır. Bebekte emme, arama yakalama, Babinski ve Moro refleksleri vardır. İçsel ve dışsal dengenin bozulduğu durumlarda dış dünyaya mesaj vermemin tek yolu ağlamaktır. Mesajlar tüm vücuduyla verilir. Bebek sadece içgüdü ve dürtülerden ibarettir. Vücudun gelişmesiyle birlikte genetik şifrede yazılı olan potansiyel programlar otomatikman aktive olur. Mesela bir yaşına geldiğinde otomatik olarak yürüme eylemini gerçekleştirir, konuşma yeteneğini aktive eder. Beş duyu yoluyla algılamalarını dışarıdan besleme ihtiyacı vardır. Uyarı açlığı vardır ve bu potansiyel genetik bir ihtiyaçtır. Bu, insanoğlunun doğuştan getirdiği genetik materyalle ilintilidir. Bu yapı zaman ve mekan kavramından yoksun ve mantık yapısından uzaktır. Bunların yapılandırılabilmesi için çocuğun, bebeğin hafıza kayıtlarının çalışması dış dünyayı içte tasarımlaması, kendi ile kendi olmayanı ayırt etmesi, hafızada olan ile dışarıda olanı ayırt edebilmesi, hafızada olan ile hayalde ürettiklerini ayırt edebilmesi için yıllarca eğitim alması gerekmektedir ki bu da asgari beş altı yıl sürmektedir. Bu beş altı yıllık süreç içerisinde ruhsal yapı şekillenmekte, farklılaşmakta, kendine has bir dizayn kurmaktadır. Bu yapı medeniyeti oluşturan evrensel insanın ortalama değerlerine yakın bir yapı ise normal bir insandan bahsedilmektedir. Bu oluşturulan sanal program veya kimlik, medeniyeti kuran insanoğlunun ortalama değerlerine uzaksa normal olmayan veya patolojik bir programdan bahsedilebilir. Biz bu çalışmada normal kavramına bakarak anormalin nasıl geliştiğini anlamaya, onun bir insan sistemini ortaya koymada hatalı olan yapıları nasıl tamir edebileceğimizin veya zararını asgariye indirebileceğimizin yollarını araştıracağız. Biz insanı yeniden anlamlandırmıyoruz. İnsanın çözümlenen parçalarına yaklaşarak onları bir bütün içerisinde nerelere oturtabileceğimizin tartışmasını yapmaya çalışıyoruz.

İnsanın davranış düşünce ve duygulanımını nasıl oluşturduğu ile ilgili evrensel bir çok hipotez vardır. Bu hipotezlerin geçerliğini hangi düzlemde ve zaman diliminde gerçekleşebildiğini temsil ettiğini anlayabilmek için olaya eleştirel bir yaklaşımla yaklaşmak istiyoruz. Mevcut bilimsel gelişmeler gerçeğin birçok yönünü bize aydınlatmış olsa da hala karanlıkta olan bir çok alan mevcuttur. Biz bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyeni açıklamaya, izah etmeye gayret edeceğiz.

Bir klinisyen olarak amacımız bize müracaat eden hastalarımızı en kısa yoldan en iyi şekilde sağlığa kavuşturmaktır. Bunun için elimizde bilimsel bilgi, klinik tecrübe ve iyi niyetten başka bir şey yoktur.

Hekimler psikolojik problemlerle kendilerine müracaat eden hastalarına karşı temelde iki türlü yaklaşmaktadırlar. Bir kısmı bu psikolojik problemlerin tamamının beynin biyokimyasal ve genetik bozukluklarına bağlı olarak ortaya çıktığını kabul ederler. Bu şu demektir: bütün ruhsal rahatsızlıklar genetik şifremizdeki ve beynimizdeki biyolojik maddesel bozukluklardan kaynaklanmaktadır. Bunların ortadan kaldırılması için ise maddeye müdahale edilerek eksikliğin ortadan kaldırılması iddiasındadırlar. Bu klinisyenler hastalarına cerrahi veya medikal tedaviyle yardım etmektedirler. Diğer kısmı ise insanın psikoloijk problemlerinin bir kısmının genetik ve biyolojik kaynaklı olduğunu kabul ederken, rahatsızlıkların bir kısmının da ruhsal aygıtın oluşma dönemlerinde yüklenen sanal program hatalarından kaynaklandığına inanmaktadırlar. İnsan bedenine dışarıdan gelen her türlü uyaran insan beyninde biyokimyasal bir değişime yol açarak cevap bulur. Yani her türlü düşünce, duygu, kimyasal ve elektriksel uyaranların işareti olarak cevap bulmaktadır. Yani biyokimyasal değişim dışsal uyarının normal sonucudur, hadisenin sebebi değildir. Buradaki temel problem hangi bozukluklar genetik ve biyokimyasal bozukluklara bağlıdır, hangileri sanal programın yanlış uygulanması ile bağlantılıdır, bunun ayırtını yapabilmekle ilintilidir. Veyahut da bir takım biyokimyasal genetik yatkınlıklar hangi ortamlarda dışsal uyaranlarla aktive olmaktadır. Birinci gruptaki klinisyenler hastalarına cerrahi ve medikal tedavi ile yardımcı olurken ikinci gruptaki klinisyenler psikoterapi ve/veya medikal terapiyle hastalarına yardımcı olmaya çalışmaktadır.

Psikoterapi nedir? İki kişi arasında geçen (sıradan) bir sohbet midir.? Hayır. Psikoterapi insanı izah eden, insanın gelişimini açıklayan felsefi ve bilimsel bir arka plana, bir insan sistemine dayalı, bir sistemi kabul ettikten sonra bu sistemden belirli nedenlerle sapma gösteren yapıların belirli stratejilerle düzeltilmesini amaçlayan bir bilimsel disiplindir. Peki bu psikoterapi tek bir yöntem midir.? Hayır. Bu gün dünyada sekiz yüzün üzerinde psikoterapötik teknik uygulaması yapıldığı iddia edilmektedir. Bunların çoğunu biz de bilmemekteyiz. Ama bunları ana başlıklar altında incelersek bunların dört ana kümede toplandığını görüyoruz.

Bunlar:

1- Kaynağını Pavlov’un hayvanlar üzerinde yapmış olduğu çalışmalardan alan ve koşullu şartlanmayı temel kabul eden Davranışçı Psikoterapi tekniği.

2- İnsanı hayvandan ayıran temel yapının düşünce olduğunu iddia eden ve algılama farklılığı üzerinde duran Bilişsel Psikoterapiler.

3- İnsanın problemlerini kesitsel olarak almayıp geçmişle bütünleştirip, geçmişin ana şablonlarının bugünkü izdüşümleri yarattığına inanan Dinamik Psikoterapiler.

4- İnsanın en temel varlık nedenlerini irdeleyen ve cevap bulunamayan sorularla ilintili olarak insanın kriz yaşadığına iddia eden Varoluşçu Psikoterapiler.

Bu psikoterapi teknikleri insanın gerçeğinin bir tarafını izah etmektedir. Ama her biri bütünü izah etmekten henüz uzaktır. Biz burada bu psikoterapi tekniklerinin bir insanın bütüncül olarak izah edilmesi yolunda nasıl kullanılabildiklerini araştırmak istedik ve bulgularımızı sizinle paylaşmak istedik. Bu çalışmamızda her birimizin hikayesi olan ruhsal yolculuğumuzun muhtelif yanlarını ve görüngülerini vaka örnekleriyle tartışmak, incelemek ve onlara uyguladığımız terapilerin sonuçlarını birlikte görmek ve değerlendirmek istedik.

Tek bir teoriye saplanıp kaldığımızda bir klinisyen olarak nasıl bir çıkmaza girdiğimizi defalarca yaşadık. Bu açmazdan çıkmanın tek yolunun, bulunmuş olan psikoterapik yaklaşımların her birinin hangi hastaya hangi aşamada uygulanabileceğinin teorik temellerinin oluşturulması zorunludur. Psikoterapinin bu açmazı ortadan giderilebilir. Çağdaş gelişmeler psikoterapi tekniklerinin bu bütüncül yaklaşıma doğru seyrettiğini bizlere göstermektedir. Burada bağnazca bir tavır takınıp tek bir teoriye saplanıp kalmak hem kısırlığa neden olur hem de hastaya yararlı olmayı sınırlar. /hastaya yeteri kadar yararlı olmayı engeller. Bu noktadan hareketle klinik tecrübelerimizden de yararlanarak arzulanan/yeni bir bütüncül terapi yöntemine doğru sonuçları elde edilmiş bir teori taslağı ortaya koymaya çalışacağız. Psikoterapi bio-psikososyal bir varlık olan insanın problemlerini halletmek için ortaya çıkmış bir disiplindir. İnsan mutlu ve huzurlu olabilmesi için biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını giderebilmeli, sosyal çevreye de uyum sağlayıp kendini orada var edebilmelidir. İddia ediyoruz ki her ülkenin kültürü farklı bir psikolojik örüntüler ağı oluşturmaktadır. Dolayısıyla kültürel farklılıklardan kaynaklanan sosyal yapı buna uygun psikoterapi tekniklerinin oluşturulmasıyla çözümlenebilir. Batı insanına göre oluşturulmuş psikoterapi uygulama ve yaklaşımları farklı kültürlerde işlemeyebilir. Biz de bunun müşahhas örneklerini kendi klinik tecrübelerimizde mükerrer defalar gördük. Batı kültürünün standartlarında olmuşmuş teknikleri uyguladığımızda açmaza düştük. Batı standartlarına uygun yapılandırılmış psikoterapik yaklaşımları ve insan anlayışını hastalara aynıyla uyguladığımızda zaman zaman çözüm üretemediğimizi fark ettik. Ama kendi kültürel yapımıza uygun olarak geliştirdiğimiz kalıplarla hastalarımıza uygulama yaptığımızda problemlerin çözüldüğünü tespit ettik. Bu da insanın bio-psikososyal bir varlık olmasının temel özellikleriyle ilintilidir.

Batıda geliştirilmiş olan insan modelleri ve tedavi stratejileri evrensel insanı tanımlamakta çok net ve açık bilgiler vermektedir. Bu bilgileri insanımıza uygulamak mümkündür. Ancak uygulamadaki hekim hasta ilişkilerindeki sıcaklığın derecesinden, terapi odasının düzenlenmesine; ücret ilişkisinden, terapi saatlerinin belirlenmesine, insanın kutsallarının konuşulmasından, mahremiyet alanına girmeye kadar konulardaki zaman ve zeminsel yapıyı ancak kültürel bağlamda ele alabilirsiniz. Bunun da çerçevesini sosyo-kültürel yapı belirler.

Ülkemiz insanı kısa sürede somut bir takım değişimler beklerken batı insanı programa uygunluk açısından daha uyumlu davranmaktadır. Kısa sürede bir takım problemlerin halledilmesi çoğu kez imkansıza yakındır. Uyguladığımız yoğunlaştırılmış hücum tedavisi süresi içerisinde, on beş gün süre boyunca, hastanıza genel bir şablon çizebiliyorsanız, bir formülasyon oluşturabiliyorsanız, samimi ve içten olduğunuzu gösterebiliyorsanız ve bu süre içerisinde bir takım değişimleri oluşturabiliyorsanız tedavinin sürekliliğini ve kalıcılığını temin edebilmeniz mümkündür. Aksi takdirde standart haftalık terapi uygulamalarını Batıdaki gibi uygulamaya kalkarsanız hastalarının yüzde sekseni veya doksanının ilk üç ayda tedaviyi bıraktığını görürsünüz.

Batı uygulamalarında hasta ile hekim arasındaki ücret, hak edilen bir ücret olarak takdir edilirken ülkemiz insanında sömürülme, kandırılma ve aldatılma duygularının ön plana geçtiğini ve hastanın bu konuda öncelikli olarak güveninin tesis edilmesi gerekliliği tedavinin sürekliliği açısından çok büyük önem arz etmektedir. Bu konu Avrupa/batı standartlarında bu kadar öneme haiz değildir. Çünkü bu konu sigorta şirketleri tarafından doğal olarak halledilmektedir. Bir başka konu da sosyo-kültürel yapımıza uygun olarak bir takım psikolojik problemler, paranormal olaylarla (cin, büyü, sihir vb.) izah edilerek bir çıkış yolu bulunurken, batı normlarıyla hastamıza yaklaştığımızda bunlara rahatça psikoz teşhisi koymamız mümkündür. Nitekim yurtdışımızda çalışan işçilerimizin, uzun yıllar yanlışlıkla psikoz teşhisiyle tedavisi edilmeye çalışıldığını gözlemlemekteyiz. Başka bir açıdan geleneksel aile modelleri ve sülale kavramı içinde yetiştirilmiş bireylerin bağımsız bir birey gibi kabul edilip terapiye alınmaları durumunda sistemin işlemediği ve tedavinin etkin olmadığı gözlemlenmiştir. Aile ve sülale dinamikleri göz önüne alınarak yapılan tedavilerde başarıya ulaşılmıştır. Bu tip yaklaşımlarda kültürel altyapının, dini içeriğin, örf, adet ve geleneklerin çok iyi bilinmesi, genel toplumsal eğilimlerin gözetilmesi, tedavinin başarısı için elzem olan asgari şartlar olarak görülmektedir. Bu yapılara yabancı olan terapistlerin hastaya yardımcı olamadıkları da gözlemlenmektedir. Tüm bunları göz önüne alan elastik/bütüncül bir modelin oluşturulması ile, hem hastalarımıza hem konuyla ilgili hekimlerimize ışık tutacağımız kanaatindeyiz.

Yerel Uygulamaların evrensel bütünlüğün bir parçası olması şuuru içerisinde geliştirdiğimiz modelin diğer farklı kültürlerde de uygulanabilirliğinin ve bu esnekliğin oralarda tesis edilmesinin gerekliliği evrensel bilime bir katkı olacaktır. Burada konu sosyal yapının içeriği değil, her sosyal yapıya uyumlu olabilecek bir modelin geliştirilmesi ihtiyacına yöneliktir. Bizim de amacımız budur. Amaç modelsizlik değil içinde modellerin işlediği elastik bir modelin geliştirilmesidir. Gayretlerimiz bu yöndedir.

Last modified: Monday, 28 January 2013, 2:21 AM